|
ÜLKÜMÜZ EMANETİMİZ O küçücük yaşlarıma, öğrencilik yıllarımıza geri döndüm. Herkes gibi alfabeyi öğreniyor ve Atatürk’ün alfabe öğrettiği herkesin bildiği o resimdeki afacan kısa siyah saçlı kız çocuğu gözlerimin önünden gitmiyordu. Her Türk çocuğunun hayali Atatürk’ten bir kere bir “Aferin” alabilmek ya da saçının O’nun tarafından okşanmasıydı. Bunu bizler yaşamadık, yaşayamadık… Küçük Ülkü bunu bizler yerine yüzlerce kez yaşadı ve biz tüm Küçük Ülküler Atatürk’ün eli başımızdaymışçasına O’na layık bir Türk çocuğu, Türk genci, Türk kadını, Türk erkeği olmaya çalıştık. Çünkü O hepimizin “Başöğretmeniydi.”
- Hepimizin sizi çok iyi tanımasına rağmen bize hayatınızın en anlamlı o ilk altı yılını anlatabilir misiniz? Bu kıymetli anıları saygıyla taşıyıp, yıpranmamalarına ne kadar özen gösterdiğinizi biliyoruz. Yaşamınızı sizden dinleyerek Fenerbahçe okurlarıyla paylaşmak, bizler için son derece anlamlı. Annem çok küçük yaşta anne ve babasını kaybediyor. Boşnak olan ve Selanik’e yerleşen dedesi bir yaşında olan annemi komşuları olan Mustafa Kemal’in annesi olan Zübeyde Hanım’a emanet ediyor. Zübeyde Hanım bir yaşından itibaren annemi yetiştirmiş. Böylece annem o ailenin bir manevi kızı ve bir bireyi olmuştu. Zübeyde Hanım’ın vefatından sonra, annem bir süre Mustafa Kemal’in kız kardeşi Makbule Hanım’la kalıyor. Atatürk annesinin yadigarı olan annemle hep yakından ilgilenip, onu Gazi Orman Çiftliği’nde istasyon şefliği yapan, Fransızca da bilen babamla evlendiriyor. Annemin hamile olduğunu öğrendiğindeyse “Erkek veya kız, bu çocuğun adı “Ülkü” olacak diyor ve adım o an belirlenmiş oluyor. 26 Kasım 1932 benim doğum günüm. Atatürk beni ilk defa kırk günlük bebekken görüyor. Bana hayretler içinde bakıp “Doğduğumuzda hepimiz böyle miydik?” diye soruyor. O yıllarda Atatürk cumhurbaşkanıydı. Ben bir yandan büyürken, Atatürk yoğun günler yaşıyordu. Bizi sık sık görmeye geliyordu. Ben dokuz aylıkken yine bir ziyaretinde benim yanağımı okşamış ben de kucağına atlamışım, saatini çıkarıp oyalanmam için bana vermiş. Ben de kulağıma götürüp tıklamasını dinlemişim. Bu meraklı halim çok hoşuna gitmiş. Ayrılık vakti geldiğindeyse annem beni kucağından almış, ağlamaya başlamışım. Susmak nedir bilmeyince çok etkilenmiş. O günden sonra onun için vazgeçilmez bir tutku olmuşum. Ve köşke taşınarak orada yaşamaya başladık. Atatürk bütün çocukları çok severdi. Zaten tüm Türk çocukları onun çocukları değil mi?
Okumayı, yazmayı, resim yapmayı hatta çatal bıçak kullanmayı dahi ondan öğrendim. Neler öğrenmedim ki; birçok şeyi o altı seneye sığdırdığımı hissediyorum. Bazen farkında olmadan çok şey öğreniyorsunuz. Güven kazanmayı öğrendim. Yalan söylememeyi öğrendim. Kendime saygı duymayı öğrendim. Onda olan hoşgörü kimsede yoktu. Hiçbir şeye ön yargılı yaklaşmazdı. Üzerimde her zaman geliştirici ve eğitici bir etkisi vardı. O yokken bazen çatal kullanmaz, pirzola gibi yemekleri elimle yemeğe kalkar, O geldiğindeyse hemen çatalı, bıçağı elime alırdım. Florya Köşkü benim için vazgeçilmez bir yerdi. Orayı asla unutmam. Atatürk bir anneden daha fazla sabırlı ve duyarlıydı. Hiçbir zaman davranışları engellemez, yönlendirir ve her şey için en ince ayrıntısına kadar açıklamalarda bulunurdu; ondan zaten başka bir şey beklenemezdi, o bir lider, o bir önderdi. O istediği her şeyi sevgiyle, baskı olmadan yaptırırdı.
Ankara ve İstanbul dışına çıktığı gezilerde de yanında olabiliyordum. 1937 yılı bir sonbahar mevsimiydi. Karadeniz’e Ege vapuruyla bir yolculuğa çıkmıştık. Ben Atatürk’ün yanındaydım. Afacan bir çocuktum. Güverteye doğru koştuğumda nöbet tutan bir askeri gördüm. Asker üşüyen ellerini ovuşturuyordu. Ona “Asker ağabey sen çok üşümüşsün, seni Atatürkçüğümün yanına götüreceğim” dedim. Asker nöbette olduğundan dolayı itiraz ediyordu, fakat onu elinden çekiştirerek Atatürk’ün huzuruna götürdüm. Asker artık üşümekten değil heyecan ve korkudan titriyordu. Kendisini ne kadar geri çekmeye çalışsa da olan olmuştu. Ben Atatürk’e her zaman hitap ettiğim şekilde “Atatürkçüğüm! Asker ağabey üşümüş onu ısınsın diye buraya getirdim” dedim. Atatürk bana hiçbir şey belli etmeden askeri oturttu ona memleketini, mesleğini sordu, çay ikram etti ve sonra onu görevine geri gönderdi. Sonra beni karşısına alıp, bana insanların mesleklerini, herkesin yerine getirmesi gereken bir işi, bir görevi olduğunu anlattı. Bu konuda da beni eğitti. Ben bu anıyı ne zaman anımsasam mutlu oluyor ve duygulanıyorum.
Öncelikle anlamlı armağanınız için teşekkür ederim. Atatürk spora, sanata, müziğe, eğlence ve oyunlara önem verirdi. Yine bir gün en sevdiğim yer olan Florya Köşkü’nde demir korkuluklara tutunup denizi seyrediyordum. Yüzme bilmediğimden dolayı denizden korkuyordum. Hevesimde yoktu. Atatürk ise benim denize olan bu korkumu biliyordu. Demir korkulukların orda devamlı hareket halinde olduğumdan çevremdekiler tedirginlik yaşıyordu. Düştüm düşeceğim. Kimse de söz geçiremeyip Atatürk’e ilettiklerinde “Siz bırakın düşsün, biraz su içsin, sonra çıkarırsınız” diyor hakikatten düşüyordum. Her sabah ve akşam bütün gün ne yaptığımla ilgili konuşurduk. O günün akşamı “Denize düştüm, su yuttum,” diyorum; o da “Bak! Ben sana yüzme öğretmek istedim, sen istemedin. Her çocuk yüzme öğrenmeli, spor yapmalı,” diyordu. Beni her konuda olduğu gibi bu konuda da ikna ettiğinden ben de “Haydi Atatürkçüğüm, bana yüzme öğret” demişim. 3,5 yaşındaydım ve zaman içinde gerçekten de balık gibi yüzmeyi öğrendim. Atatürk ata binmeyi de çok severdi. Atatürk’ün spor dallarından atletizme, güreşe, futbola merakı vardı. Spora teşvik eder, gelişmelerden mutlaka haberdar olurdu. Takdir edersiniz ki ben de bu bilgilere birçok kaynaktan ulaştım veya okuyarak öğrendim. Şimdi Atatürk’ü bütün kulüpler bana soruyor; ben bunlara kati bir cevap veremiyorum. Atatürk hiçbir zaman tuttuğu takımı söylemedi. İçlerinden birini seçmiş olabilir. Mutlaka ki bir kulübü tutuyordu. Fakat her zaman diğer kulüplerin incineceğini düşünmüştür. Bu da öyle kalacak galiba. Mesela her zaman benim doğum tarihim 19 Mayıs demiş. Bahar zamanıymış; ya sonbahar ya ilkbahar o da 19 Mayısı öyle kabul etmiş. “Ben sporcunun zeki, çevik ve aynı zamanda ahlaklısını severim” diyerek sporcular için verdiği bu anlamlı mesaj hiçbir zaman aklımızdan çıkmamalı.
Evet, Atatürk’ün diğer kızlarından olan büyüklerim Sabiha Gökçen ve Afet İnan, bana bu vasiyeti duyup aktardılar. Ben de onlardan öğrendim. Atatürk bize siyaseti yasakladı. Gerçekten bizi korumuş. Hiç olmayacak şeyler söyleniyor, bizim yapacağımız en ufak yanlış Atatürk’ün ismine bir lekedir. Her şeyi düşünmüş. Siyaset güzel olmasına rağmen insanları yıpratıyor, çok doğru düşündüğünü düşünüyorum. Siyasetle uğraşmıyorum ama bazen 2-3 kelime söylemek gerekiyor. Yaşamım boyunca sivil toplum kuruluşlarında yer alıyor, onların çağrılarına katılıyor, görev ve sorumluluklarımı yerine getiriyorum.
Derneğin kurulma amacı ve görevi; Atatürk’ün ülkülerini düşünce ve fikirlerini tüm topluma, genç nesle ve geleceğe aktarmak, ailesini kızlarını yaşatmak, onların haklarını korumak, Atatürk’ün kızlarından ve akrabalarından elde edilen bilgileri, belgeleri Atatürk hakkındaki toplumsal bilinci güçlendirmek adına eğitim-öğretim konferanslar ve panellerle yurt içinde ve yurt dışında duyurmak. Türk olmanın, Türklüğün ve Türkiye’nin geleceği için Dünya çapında çalışmalar yapmak, Atatürk’ün din ve inanç ile ilgili gerçek değerlerini tüm topluma anlatmak, genç kuşağımızı ve gençlerimizi geleceğe hazırlamak için Atatürk’ün ilke ve inkılapları eşliğinde okul öncesi eğitim öncelikli olmak üzere, her yaşa hitap edecek eğitim kurumları kurmak, kurulmuş eğitim kurumlarına bilgi, belge doküman temini ile gerçekleri öğretmek, sahipsiz, yetim, kimsesi olmayan ve özürlü çocuklarımıza, ailevi sorunlardan dolayı ortada kalan kadınlarımıza sahip çıkmak ve onları geleceğe hazırlayarak mesleki konularda yetiştirmek ve meslekler kazandırmak. Bu amaç ve ilkelerle belli programlar dahilinde bakanlıklar, il ve ilçe milli eğitim müdürlükleri, kaymakamlık, kamu kurum ve kuruluşları, dernek, vakıf ve kuruluşlarla ortak projeler üretmek ve sonuçlandırmak ülkemizin çocuklarına, yaşayanlarına orman ve ağaçlandırma çalışmaları konusunda imkanlar ve eğitimler vermek yukarıda belirtilen amaçlar doğrultusunda eğitici ve öğretici radyo, televizyon programları düzenlemek, gazete ve dergiler çıkartarak toplumsal bilinci arttırmak. Atatürk’ten ve ailesinden kalan tarihi belge eşya gibi manevi değerleri yüksek nesneleri gelecek nesle Türk ve Dünya halkına sergilemek ve derneğe aktarılmak üzere gelirler elde etmek için müze kurmak ve işletmek amacı ile kuruldu.
>
Evet, Atatürk’ün hoşgörüsüne sığınarak. Florya Köşkü’ndeyken yine bir geziye çıkmıştık. Koruluk bir alanda bir koyun sürüsünün geldiğini gördük. “Atatürkçüğüm, ben bu sürüdeki kuzuları sevmek istiyorum” dedim. Fakat sadece sevmekle kalmayıp o yavru kuzuyu yanımıza almamız için de yalvarmıştım. Kuzu alındı ve Dolmabahçe Sarayı’na getirildi. Ona biberonlar alındı. O kuzuyu her gün besliyordum. Lakin saray ortamı kuzu için hiç uygun bir yer değildi. Kuzu etrafa pisliyor, çevreye zarar veriyordu. Sarayda çalışanlar bana söz geçiremeyince durumu Atatürk’e iletmişler. Kendisi de “Ben Ülkü ile görüşürüm, siz bir şey demeyin,” demiş. Yine bir sabah görüşmemizde bana “Nasıl, kuzudan memnun musun?
Bir, Ürdün Kralı Emir Abdullah’ı ve Afgan Kralı Abdullah’ın Türkiye’ye gelişi ve Atatürk tarafından karşılanışını hatırlıyorum.
Hatırladıkça duygulanıyorum. Çocuk bile olsanız insanda derin izler bırakan bir an. Bir çocuk için ölüm gerçekten çok uzak ve anlaşılmaz; ama çevrenizdeki yetişkin insanların yüzlerinden hal ve tavırlarından bile ortadaki olayın ehemmiyetini anlıyor ve hissedebiliyordunuz. Atatürk hastalığı sırasında komaya girip komadan çıktıktan sonra ne olduğunu doktorlara ve yakınlarına soruyor. Aldığı yanıtlar ise hiç inandırıcı ve doğru gelmiyor, onu tatmin etmiyordu; “Bana Ülkü’yü çağırın, o doğruyu söyler” diyormuş. Beni çağırdıklarında içeriye girmeden “Sakın komaya girdiğini söyleme” dediler. “Ben Atatürk’e yalan söyleyemem” diye diretiyorum. Fakat en sonunda beni bir şekilde ikna ettiler. Atatürk’e ilk kez yalan söyleyeceğimin tedirginliği içinde yanına gittim. “Gözlerimin içine bak” dedi, zar zor bakıyordum. Yalan söyleyeceğimi anlayıp, bana o utancı yaşatmamak adına “Sana bir şey soracaktım ama vazgeçtim” dedi. Ben ağlamaya başladığımda ise gözleri yaşardı. Eliyle saçlarımı okşayarak gözyaşlarımı sildi. Öleceğini sezdiğinden ve benim ne kadar sarsılacağımı düşünerek anneme “Siz Ankara Orman Çiftliği’ne gidin, ben de iyileşip oraya geleceğim,” dedi. Ben gideceğimizi duyduğumda gitmek istemediğimi belirttiğimdeyse “Sen annenle git, ben de gelip Cumhuriyet Bayramı törenlerini seninle birlikte seyredeceğim” dedi. Ne yazık ki bu görüşme benim Atatürk’le son görüşmem oldu. Sonraki dönemlerde ne zaman Florya Köşkü’ne gitsem çok mutlu oluyorum ama içim eziliyordu; Atatürk’ün kızı olmanın çok güzel olduğunu, çok sevgiyi çok ufak da olup kazanmanın mutluluğunu hissediyor, onu bir baba gibi seviyordum. Onun büyüklüğünü takdir edecek yaşta değildim tabii ki ama bizden ayrılışı bende korkunç izler bıraktı. Üzerimde çok emeği vardı. Çok büyük bir bunalım dönemi geçirdim, doktor tedavisi gördüm. Büyük bir sevgi ve güven duygumu kaybettim, maalesef zaman içinde de bunu hiçbir zaman bulamadım. Okulda da herkes “Küçük Ülkü” diyordu, Atatürk olmadıktan sonra “Küçük Ülkü” neye yarardı ki! Fakat sonraları yaşım ilerlediğinde ve onun büyüklüğünü öğrendiğimde; Türk gençliği onu ilelebet yaşatacak dedim.
Atatürk çok mütevazı bir insandı. Bize de bunu öğretti. Biz gençken hiç kimse bizi tanımadı, ismimizden istifade etmedik. O mesuliyeti her zaman taşıdık. Son 15 senedir çıkıyorum, okullardan gelen davetlere ve organizasyonlara katılıyorum. Atatürk’ü her zaman anlatmaya ihtiyaç var, bu bir borç. Ümraniye Sarıgazi’deki “Küçük Ülkü İlköğretim Okulu” ile ilgileniyorum. Anadolu’da birçok okula yetişmeye çalışıyor, Amerika Almanya, Japonya, Azerbaycan’dan gelen davetlere iştirak ediyorum. Bugün yediğimiz ekmekten, içtiğimiz suya kadar hepsini Atatürk’e borçluyuz, bunu herkesin düşünmesi lazım.
“Küçük Ülkü” Müzesi yapmak istiyorum, devam ediyor çalışmalar. Atatürk’ün bana verdiği hatıraların birçoğunu Askeri Müze’ye, Çankaya Muhafaza Alayı’na hediye ettim. Ama daha da var, onları da kendi müzeme koymak istiyorum. Plaketler, resimler, hediyeler, kıyafetlerim ve gittiğim okullardaki çocukların bana hediye ettiği Atatürk sevgisi dolu şeyler. Onları saklıyorum bir odasını da onlarla donatacağım. O çocuklar gelip, kendi müzelerini görecekler.
Evet… Atatürk’ün kendi eliyle seçtiği ve çizdiği bir tuvalet. Cumhuriyet balolarına çok kıymet verir, dikkat ederdi. Balerin olmamı istiyordu. Dans etmeyi çok seviyordum, Atatürk “Bir çocuk ne seviyorsa onu da başarır” diyordu. Dansa karşı kabiliyetimi görmüştü. Hep “Okula yollayamadığım için üzülüyorum dansa istidadı var.” derdi. Atatürk’ün sanatı ve sanatçıları ne kadar takdir ettiğini “Efendiler her şey olabilirsiniz ama sanatkar olamazsınız” sözünden de anlarsınız. Bir taraftan konservatuarlar, bale okulları açtırıyordu. Bu kısacık ömründe sadece o söylediği sözleri kimse söyleyemez. İnkılaplar, yaptığı savaşlardan daha mühim. Kendisi de her zaman çok şık bir insandı. Resimlerde hep olduğundan yaşlı gösteriyor. Atatürk hiçbir zaman kendine iyi bakmamıştır. Kronik bir sıtma hastalığı vardı, bazı ilaçlarla bunun üstü kapatılıyordu, kendisiyle hiç ilgilenmiyordu ve bu ölünceye kadar devam etti. İyi tedavi olsaydı belki geçerdi. Kendisini bu kadar yoran bir devlet adamı dünyada yoktur. Ne canını ne malını düşünmüş vatanı için. Ne mutluyuz ki böyle bir lidere sahibiz. Bunu hiç kimse unutmasın. Daha çok ilerlemiş olmamız icap ederken saat 09.05’den sonra her şey değişti, Atatürk’ün adımları aynı hızla atılmadı. Fakat ben hala çok iyi niyetli düşünüyorum çünkü Atatürk çok güzel bir temel attı, insanların da aklı, selimi var.
-Fenerbahçe Spor Kulübü’ne baktığınız zaman artık Atamızın da istediği gibi bir Dünya kulübü olduğunu görüyoruz. Siz neler söyleyeceksiniz? Başkanınızı çok takdir ediyorum. Fenerbahçe şu an gerçekten bir dünya kulübü. Başarılarının her zaman devamını dilerim. İnşallah hedeflenen tüm şampiyonluklara ulaşırsınız.
Derginiz hakikatten çok güzel. Kaliteli bir dergi, beğendim. Emek veren tüm arkadaşları kutluyorum.
Taraftara söyleyeceğim şu ki; biraz daha sakin olsunlar, sporda hakikatten çok daha duyarlı olunması gerekiyor. Her zaman fair-play örneği teşkil etsinler. Kazanmak da vardır, kaybetmek de vardır ama inanıyorum Fenerbahçe taraftarları gayet olumlu düşünüp, olumlu hareket ediyorlar. Kendilerine muvaffakiyetler diliyorum. ** “FUTBOLDA DAVULLAR ÇALARKEN DİĞER BRANŞLARDAKİ ZİL SESLERİ DUYULMUYOR”
Maçlarda görüyoruz mukayese duygusu hat safhaya geliyor, iradeyle toparlanmamız lazım. Spor kulüplerine büyük sorumluluklar düşüyor. Mukayese duygusu paylaşmayı yok eder, paylaşmanın olduğu yerde başarı yakalanır. Örneğin iki sporcu koşuyoruz “Ben sizi geçeceğim diye size ayak tekniğimi söylemiyorum. Siz de örneğin nefes tekniğinizi söylemiyorsunuz. Karşılıklı belli dereceler yapıyoruz, halbuki ikimiz de bu bilgilerimizi paylaşsak; hem eşit şartlarda yarışır hem de bu bizi olimpiyatlara götürür. Paylaşma duygusu olmadan, toplum olarak sporda bir yere gidemeyiz. Kulüpler sosyolojik olarak önemli, taraftar önemli, kulüp olarak insanların biraz daha hoşgörülü paylaşan grup olmalı ve o duygular çok önemli. Ancak böyle yükseliyoruz. 26 sene Amerika’da kaldım doğu felsefesi ve insan sağlığında hastalığı önleyici tıp hekimiyim, ateş bacayı sardığında koşmanın anlamı yok gençken sağlık olmalı yemek pişirilecek pirinç çürümüş ne işe yarar. - İstikbalde de kuvvetli ve sıhhatli bir millet olmalıyız acaba hala “Türk gibi kuvvetli” sözü yedi cihanda yankılanıyor mu yoksa kişisel sporların azaldığı, sigara içiminin gençler arasında artığı bir toplum mu yaratıyoruz... Biraz geçmişe örneğin Malazgirt Savaşı’na dönelim. Savaşta kullanılan kılıçları düşünelim; o kılıçları at üzerinde havada 3 dakika tutamazsınız. Halbuki o yıllarda stadyum gibi bir arenada 8 saat o kılıç elinde savaşan insanlar vardı ve kılıç ellerinde havada devamlı sallanıyordu, kılıç düştüğündeyse ölüyorlardı. Biz böyle kuvvetli bir nesildik. Ya şimdi! Böyle bir nesli yok ettik. Bizlerin sporumuza, sağlığımıza, beslenmemize dikkat etmemiz gerekir. Statlarımız bile sağlıklı ortamlarda değil. Maç güzel de artık seyirci futbolu durumundayız. Üç tarafı suyla çevrili ülkemizde su sporlarına gereken önem verilmiyor. Yelken sporları gazetede yer almıyor. Savaş bir cephede yapılmaz. Türkiye bütün spor dallarında önde olmalıdır. Baştaki insanlar orkestra şefidir, yönlendirecekler, yönlendireceğiz. Bence spora çok görev düşüyor, bizi dünyaya başarılarımızla tanıtacak en büyük köprü spordur. Maçlara gaz verilmiş 280 km ile gidiyor biraz fren yapmalı, futbolda davullar çalarken diğer branşlardaki zil sesleri duyulmuyor.
Fotoğraflar;Serkan Hoşgör
|