FENERBAHÇE BENİM MEKTEBİM!
Maçtan evvel bana sorarlardı: “Ne yapalım” diye. “Yenilmek yok” derdim. “11 kişi çıkacağız, oynayacağız ve maçı alacağız başka kaidesi yok!” İşte böyle diyordu bizim için ulu çınar, o zamanlar için nam-ı diğer Küçük Fikret…
Fenerbahçe’de başlayıp Fenerbahçe ile sonlanan 22 yıl… En uzun süre futbol oynayan oyuncumuz Fikret Kırcan… O efsane insan… Sayın Fikret Kırcan’la ilk kez, rahmetli Melih Ilgaz’ın cenazesinde karşılaştık. O gün hayatındaki en yakın dostunu kaybetmişti. Acısı büyüktü. Yarım asırdan daha fazla bir zaman içinde dosttular. Arkadaşını uğurladığı o gün, yine dimdik ayaktaydı. Ama yüzünden derin üzüntüsünü içine attığını ve kendisi için büyük bir yıkım olduğunu görebilirdiniz.
Eşi Tanju Hanım, devamlı kendisiyle ilgileniyor ve o gün Fikret Baba’nın içinin ne kadar acıdığını en çok o anlıyordu. Bir ara asistanım oturması için sandalye getirdi. Çünkü Melih Ilgaz’ın bu son uğurlamasına gelen arkadaşları ailesinden önce Fikret Baba’ya baş sağlığı dileklerini iletiyorlardı. Fakat o sandalyeye hiç oturmadı. Fenerbahçeli duruşu ile gelenlerin taziyelerini kabul etti.
Efsane futbolcumuz Sayın Fikret Kırcan’a “Baba” diye hitap ediyorum çünkü gelen tüm dostları böyle diyorlardı. “Babanızın ve kayınpederinizin dışında baba diye hitap edebileceğiniz bir insan hiç oldu mu hayatınızda?” bir düşünün…
O gün cenazeden birlikte ayrıldık. Ağzından çıkacak her bir kelime bizler için birer inci tanesi kadar değerliydi. Dikkatle kendisini dinliyorduk. Üzüntüsü ile onu başbaşa bırakarak bir süre sonra buluşmak üzere sözleştik.
Ve muhteşem an geldi. Fikret Baba Moda Burnu’na yakın bir apartmanda eşiyle birlikte sakin bir yaşam sürüyor ama aklı fikri her şeyi hala Fenerbahçe. Kolay mı Fenerbahçe’nin tarihinde en çok top koşturan insan olmak, marşlarda adının geçmesi. Dile kolay onca yılda neler yaşanmış neler! İhtilaller görmüş, savaşlar görmüş ve ne maçlar görmüş. Bu arada kupalara da doyamamış. Başarılı, özverili, candan, dost, mert, dürüst, örnek insan başka ne denilebilir ki: Efsanemiz o bizim!
Bir kez daha gurur duyuyoruz. Buradan genç neslimize de seslenmek istiyorum: Lütfen Fenerbahçe’yi severken tarihini çok iyi bilerek sevin, bunu yaptığınızda daha fazla hayran kalacak, gurur duyacaksınız. Ve Fenerbahçe’yi bugünlere getiren insanları gururlandıracaksınız. Teşekkür ederiz babamız ve sevgili eşi Tanju Hanım sizi yakından tanıdık, onur duyduk. İyi ki bizim için kat ve kat anlamı olan 50. sayımızdasınız. Onur verdiniz, şeref verdiniz. Fenerbahçe Dergimiz olarak saygılarımızı iletiyoruz.
- “Fenerbahçeli olunmaz Fenerbahçeli doğulur” deriz her zaman siz nasıl Fenerbahçeli oldunuz Fikret Baba?
25 Aralık 1919 doğumluyum. Doğuştan Fenerbahçeliyim diyebilirim. Evimiz Feneryolu semtindeydi. 10 yaşımdan beri futbol oynardım. Çocukluğumdan beri de Fenerbahçe’nin içindeyim.
- Fenerbahçe Spor Kulübü’ne girişiniz nasıl oldu?
Yıl 1934. 14 yaşındaydım. Küçük antrenman sahası vardı, orda futbol oynardık bir gün çağırdılar. Fikret Arıcan, “Gel, başla Fenerbahçe’de sen de Küçük Fikret olursun” dedi.
Küçük Fikret olarak Fenerbahçe’ye girdim. 1934 yılında Taksim stadında Galatasaray - Fenerbahçe maçı vardı. O zaman Haydarpaşa Lisesi’nde öğrenciydim. Büyük Fikret Fenerbahçe takımının kaptanıydı. O gün bana “Bugün seni oynatacağım” dedi. Ben heyecanla bekliyordum, bir baktım benim yerime kardeşi Semih’i oynattı. Ben ağlayarak oradan kaçmıştım. O maçta Fenerbahçe 3-0 mağlup olmuştu. Rahmetli Gündüz Kılıç ve Haşim ağabey beni Galatasaray’ın idmanına götürdüler. O an için üzülüp kızmıştım. Artık Galatasaray’da oynayacaktım. O sıralarda Zeki Rıza Sporel geldi. “Senin yerin Fenerbahçe”
dedi. Beni tekrardan Fenerbahçe’ye götürdü. Galatasaraylı Gündüz Kılıç Bey hiçbir şey diyemedi.
- Genç takımdan başlayıp yöneticiliğe kadar yükselen bir dönem geçirdiniz.
Genç takımla başladım. 1934-1956 arası 22 sene futbol oynadım. Rüya gibiydi. 6 kez şampiyonluk ve 10 kupa şampiyonluğu yaşadım. Ayrıca Milli Takım Komite Başkanlığı, Futbol Federasyonu ve Fenerbahçe’de yöneticilik, Milliyet Gazetesinde de spor yazarlığı yaptım.
- Bu rüya gibi geçen futbol yaşamınızda arkadaşlarınızla iletişiminiz nasıldı? Uzun süre takım kaptanlığı yaptınız.
Hepsini çok seviyordum, onlar da beni seviyorlardı, hepsiyle sonuna kadar geldik. Maçtan evvel bana hep sorarlardı: “Ne yapalım?” diye… “Yenilmek yok” derdim. “11 kişiyiz, çıkacağız, oynayacağız. Hiç konuşmayacağız. Başka kaidesi yok” derdim.
- Çok golünüz var mıydı?
Hem de çok. Diğer yandan gol pasım da çok. 412 maçta 139 tane golüm var. Bir sürü kupa maçı yaşadım. İlk zamanlar yalnızca İstanbul Ligi vardı. Galatasaray, Beşiktaş, Vefa, Beykoz, Süleymaniye gibi takımlar vardı. Öyle başladık. Sonra sistem değişti. Yalnız İstanbul değil, tüm Türkiye’de oldu maçlar.
Bir Beşiktaş maçımız var: İyi de başladık fakat 20. dakikada Dolmabahçe’de Beşiktaş 3 tane gol attı. Ben de kaptanım. Halk, taraftarlar sinirli tabi, bağırıyorlar. Devre arasında odaya geldik. Baktım, menajer yok, teknik direktör yok. Beşiktaş gene atacak 6-7 olacağız diye kimseler kalmamış. Lefter dedi ki “Ne yapacağız Fikret ağabey?”, “Yüzünü yıka gel” dedim. Sonra Burhan geldi . “Ne yapacağız?” dedi. “Git yüzünü yıka gel, kafanı dağıt ruh, aşk Fenerbahçe düşüncesi ile oynayacağız, maça yeni başlamışız gözüyle bakacağız. Lefter, sen sol açık, ben sağ açık, Burhan sen santrafor oynayacağız” diye direktifler vermeye başladım. Sonra maç başladı. 10 dakikada 3 gol attırdım. Lefter “Allah Allah Fikret, Fikret maç bitecek.” diyor. Coşkun sol açık, topu aldım, defans durdu. 15 dakika var. Hakem gördü, “Oyna” dedi. 4-3 attılar golü. Lefter gene geldi “Biz bittik Fikret ne yapacağız?” dedi. “Dur, daha 15 dakika var. Maç bitmedi.” dedim. 10 dakika daha geçti. Ortadan köşeye vurdum; 4-4 oldu. 3 dakika var topu Lefter’e bıraktım, geldi, direkten döndü olmadı. Bana geldi top, vurdum, yine direkten olmadı. Sonuçta 4-4 bitti. Bu da inancın, takım ruhunun gücüdür. 3-0 olan maçı 4-4 sonuçlandırabiliyorsunuz.
- Devam edin lütfen anılarınıza…
1958-1959 sezon başı, 2 ayrı grupta oynanıyordu. O zamanki prosedür gereği; grup maçlarını lider tamamlayan Fenerbahçe ve Galatasaray finalde karşılaşacaktı. Fenerbahçe, Metin Oktay’ın golüyle ilk maçta 1-0 yenildi ama biz Galatasaray’ı rövanşta 4-0 yenerek şampiyon olduk. Rövanşın hikayesi ise şöyle: Galatasaray’a 1-0 mağlubuz, üzüntülüyüz. Kamp Yeşilköy’de, antrenman yaptık. Cuma akşamı çocuklarla oturdum, “Kimseyle konuşmayacağız” dedim. Yöneticiyim, kimseyi almadım toplantıya. “Bu ruh ve bu aşkla başlayacağız” dedim. Lefter sağ açık, Naci santrafor, Osman orta saha sonra Seracettin vardı. Oyun kurulumuyla ilgili kimseye bilgi vermedik. Başkanımız Agah Erozan ile yemek yedik. “Fikret durum nasıl, plan nasıl?” dedi. “Takım 30 değil, 11 kişi söyleyecek bir şey yok” dedim. Kızdı bana ama hiç aldırmadım bir gün sonra geldi, maç 4 -0 bitti,
şampiyon olduk.
- Savaş çıkacak haberlerinde Amerika’ya gitmek istediğiniz doğru mu?
Harp olacak, o hava var. Yıl 1939, 19 yaşındayım. Evliyim. Konuşuyoruz “Ne yapalım, ne edelim, kime söyleyeyim.” diye… En güzel şey; Saracoğlu ile görüşmek üzere Ankara’ya gittim, kimseyi almıyorlar. Başbakanlığa çağırdı, hemen elini öptüm. “Ne istiyorsun?” dedi. “Amerika’ya gitmek istiyorum” dedim. Bak dedi: “İsviçre’ye gidersen olur.” O zamanlarda Hukuk Fakültesi 2. sınıftayım. “Ben sevmem İsviçre’yi…” dedim. Ondan sonra olmadı, kaldı. Ayrılırken yanından “Bak, Galatasaray maçımız var, unutma gol at” dedi . O maçta da gol attık. 2-1 bitti.
- Ya Hukuk Fakültesi?
Hukuk Fakültesi’ni de 2. sınıftan devamsızlıklardan bırakmak zorunda kaldım. Futbol daha ağır bastı.
- Teknik direktörlerinizle aranız nasıldı?
Hepsi başkaydı. Hakikatten iyi hocalar vardı. İlk geldiğim sene Macar antrenör Josef Svenk geldi, bir İngiliz hoca James Eliot geldi. Ignace Molnar, Firket Arıcan, Cihat Arman harika insanlar kimler geldi kimler. Hepsiyle çalıştım. Çok uzun süre takım kaptanı oldum, teknik direktörlük de yaptım. 1993’e kadar Fenerbahçe’ye hizmet verdim. En son Güven Sazak başkanlığındaki yönetimdeydim.
- Peki şimdiki teknik direktörümüz ve futbolcularımızı nasıl buluyorsunuz?
Zico’yu pek tanıyamadım çünkü çok seyredemedim. Futbolcularımız ise iyi, zamanla daha iyi olacaklar. Tuncay’ı beğeniyorum ama bazen çocuk oluyor. Menajerinin ve antrenörün onunla konuşması lazım. Havaya getirmek başka bir şeydir. Ben, Galatasaray’dan bir oyuncuyu getirmiştim Fenerbahçe’ye. Sahaya çıkmaya korkuyordu. 30.000 kişi küfür edecek bana dedi. Hiç unutmam onun kulağına pamuk koyardım maça çıkarken “Şimdi artık duymazsın hiçbir şeyi” derdim. Ayrıca hepsiyle tek tek konuşurdum. Şimdi fazla konuşan yok. Konuşmak ve onların psikolojisiyle yakından ilgilenmek gerek.
1965 senesinde önce Can Bartu’yu İtalya’ya götüreceğim üç gün sonra da oradan Almanya’ya geçeceğim. Avrupa kupa maçımız var, geldim, bir gün antrenman yaptı. Yemek yiyor. Halit Kıvanç da var. Can’ı Fiorentina’ya vereceğiz. Can bize söyleniyor: “Ben kalamam, yapamam.” diyor. “Yapacaksın” dedim. Fiorentina’da dünya çapında antrenör Hamren vardı. Can’ı çok sevdiğini ve beğendiğini söylemişti. Bir de ikazı olmuştu Hamren’in: “Bir Mercedes getirmiş, kocaman. Siz babasısınız. Bu araba olmaz. 10 sene sonra alır bu arabayı, bu çocuğa lütfen söyleyin” dedi. Onun bile Volkswagen’i vardı. Can’a söyledim. “Hemen babacığım” dedi ve sattı. Üzüldüm geçen sene Tuncay’a da söylemek istedim. Sonra vazgeçtim çünkü hepsi öyle lüks arabalara biniyorlar. Bende de vardı arabalar, iki şirketim vardı, spor bakanı oluyordum. Çok da zengindim ama babam “Mütevazı olmak lazım. Hepsi spor hayatı bitince…” derdi. Şimdi belki devir değişti ama göz önünde olan insanların her hareketlerine dikkat etmesi lazım. Ayrıca en son Melih’in cenazesine Galatasaray eski başkanı gelmiş, Beşiktaş eski başkanı gelmiş. “Fikret ağabey” diye öpüyorlar demek ki bir saygı, sevgi var. Eskiden Galatasaray-Fenerbahçe maçlarından sonra yemeğe giderdik. O zaman bir başkaydı. Kim yenilirse yenilsin herkes dost, ağabey ve kardeşti.
- Sayın Aziz Yıldırım başkan olacağı zaman çok mutlu oldunuz…
Çok aziz dostum 1998’de geldi. Moda Deniz Kulübü’nde yemekte buluşmuştuk. Aziz Yıldırım, başkanlığa adaylığını koyacağını belirtti. Herkes gibi ben de çok memnun oldum. Onun büyüğü olarak tek bir önerim oldu: “Düşün, az konuş, sık beyanat da verme.” dedim. Fenerbahçeliliği ve tecrübesiyle bu görevi en iyi şekilde icra edeceğinden şüphem yoktu. Bunu zaten bugüne kadar yaptıklarıyla da hepimize gösterdi. Gerçekten sevdiğim pırlanta gibi bir insan. İnşallah 10 sene daha başkan kalır.
- Arjantin Devlet Başkanı Peron’un eşi Eva Peron, hastalığı sırasında iyileşmesi için adına Mevlit bile okutan Türk halkının sevgisinden duygulandığı için Türkiye’yi ziyaret eden Arjantin Kulübü Athletico Lanus aracılığıyla bir de gümüş kupa göndermişti. Beşiktaş ve Galatasaray ile oynayan Lanus, son maçını yaptığı Fenerbahçe’ye 3 - 2 yenilince, kupa da Fenerbahçe’nin Müzesi’ne gitti. Bu takımda da kaptandınız...
1951-1952 Arjantin maçı vardı, Galatasaray’a 5 tane, Beşiktaş’ a 6 tane attılar. Son maçı biz oynayacağız. Arjantin Dünyanın en büyük takımlarından birisi tabii. Maç Dolmabahçe’de oynandı. Çocuklara “Hiç sıkılmayın, çıkacağız ve her zaman oynadığımız gibi futbol oynayacağız” dedim. Harika oynadık. 3-2 kazandık. Manşetlerde gazetelerdeydik. Sonra geldiler bana teklif ettiler “Arjantin’e gideceksin orada her şey var.” dediler. “Yok, benim mektebim burası; Fenerbahçe” dedim.
- Milli Takımda da oynadınız…
Milli takımda 12 kere oynadım. 3 kez kaptanlık yaptım. 1936’dan 1948’e kadar Milli maç zaten yoktu. Tam 12 sene. Milli Takımımız 2. dünya savaşından sonra 23 Nisan 1948’de ilk maçını Yunanistan’la yaptı. Takımın çoğu Fenerbahçe’dendi. Oraya gideceğiz, başladık oynamaya. Beşiktaş’tan Şükrü, Fenerbahçe’den Lefter, Ahmet Erol hatırladıklarım… 7. dakikada ilk golü attım. Sonra Lefter attı. 2-1 oldu sonra Şükrü attı, kazandık. Maç Atina’daydı. Saha da nasıl kötüydü bir görseydiniz, nasıl biliyor musun? Çorak. Sonra yengiliye doyamamış olacaklar ki bir 3. maç daha istediler. Bu kez de Yunanlıları İstanbul’da yendik. Burada da golü Lefter atmıştı.
- Bir de Leningrad zaferimiz var…
Can Bartu ile Rusya’ya gittik. Büyük Fikret direktördü. 1956’da oynayacak halim yoktu. “Oynarsam bir hafta sonra oynayabilirim” dedim. 2 maç oynayacağız Leningrad’da. Büyük Fikret dedi ki: “Oynarsın”. Antrenman yaptım, sahayı açmışlar 90 bin kişi. Rusya’ya kimse gelmemişti .Gece maçı oynuyoruz üstüne üstlük. Halit Kıvanç aradı, sordu: “Ne olur maç?” dedi. “Futbol bu, oynayacağız maçı 2-1 alacağız” dedim. Pat gol geldi. Sonra Mehmet Ali’ye pas attım, durum 1-1 oldu. Sonra bir harika gol attım, 2-1 kazandık. Ruslar bırakmadı bir maç daha dediler. Oynamadık. Daha ne oynayacağız! Rusya’da bir tek şeye üzülmüştüm. Nazım Hikmet’i görmek istediğimi söyledim yetkililere. “Akşam bekle” dediler. Bekledim ama gelen olmadı, gelemedi. Çok üzülmüştüm.
- Örneğin maç oynanıyor, yeniliyorsunuz… O esnadaki duygularınız ne olurdu?
Bırakın yenilgiyi hiçbir şey düşünmemek gerekiyor. Oynayacaksınız maç bitti mi bitmedi sonuna kadar havaya getirirdim, pozisyona girerdim, kötü düşünmek yoktu benim için. Ben koşup oyuncuları da öperdim, “Boş ver, atacağız.” derdim.
Bir gün Lefter’le başladık. 3 puan öndeyiz, şampiyonluğa oynuyoruz. Beşiktaş’tayız. Denize karşı oynuyoruz, kar var, soğuk var. Lefter sağ iç, ben sağ açık oynuyorum, defansı geçtim, sağımda Burhan, solumda Lefter, tam 7 metre kala kaleye önden geldim. Lefter seyircilere “Fikret ağabey bana pas vermez, çocuklara pas verir” dedi. “Mahvedeceğim” dedim içimden… Haber öyle manşete geçti. Maç 0-0 bitti. Salı günü antrenmana geldim, odaya girdim. “Çıkın dışarı” dedim. Lefter odada kaldı. “Ne yapayım, seni öldüreyim mi seni” dedim. Ağlamaya başladım, “Yanlış düşünüyorsun” dedim. “Babacığım, babacığım” diye o da ağlamaya başladı.
- Başarılıydınız belki bir iki sene daha oynayabilirdiniz. Niçin bıraktınız?
“Kal” dediler tabii ama 36 yaşında şampiyon oldum ve bıraktım. Neden biliyor musun? 1946’da bir Beşiktaş maçı vardı. Kaptan Hakkı Yeten ağabey 36-37 yaşındaydı. Götüremiyordu maçı, oynayacak hali yoktu. Bir baktım taraftarlar, kötü sözler söylediler. Tabii ki nankörlük bu insanların yaptıkları. Ağladım o gün. Demek ki her şey zamanında olmalı. “Unutma Fikret zamanında bırak” dedim kendi kendime. 1956’da futbolu bıraktım.
- Fenerbahçe Spor Kulübü’nde oyuculuk dışında hangi görevlerde bulundunuz?
Futbol Vakfını kurdum. Buranın ilk başkanlığını yaptım, sonra Ziya Şengül’e devrettim. Sezon antrenörlüğü, as başkanlık yaptım. İnsanlar spor yaşamım sonrasında da beni hiç yalnız bırakmadılar.
- Tanju Hanım siz neler söyleyeceksiniz Fikret Baba ile ilgili?
Yakışıklı, iyi kalpli ama herkesin uzaktan çekinerek yaklaştığı bir insan. Kalbi yumuşacık ama kendine dışardan öyle bir duvar örmüş ki tanımayan çekinir, tanıyan da çok sever. Prensipleri olan, tutucu, tam bir oğlak erkeği. Fikret, karakteri çok sağlam bir insan.
4 kardeşler. Babasını 3 yaşında kaybetmiş. Dedesi Kırca Ali Paşa çok zenginmiş.
Paraya hiçbir zaman ihtiyacı olmadı. Futbolda kazandığı parayı bile takım arkadaşlarının arasında pay ederdi. Futbolu kendi Fenerbahçe sevgisi ve zevki için oynadı. Ama bunun zevki için olduğunu da hiç bir zaman belli etmedi. Sorumluluklarını her zaman bildi. Çünkü bu onun yaşam biçimiydi.
- Babamız halen çok yakışıklı. Bu konuda neler söyleyeceksiniz Tanju Hanım?
İstanbul’da en iyi giyinen erkekler arasındaydı. Çok da çapkındır. Bir arkadaşım anlatmıştı. Fikret Karaköy vapurunda lüks mevkide gidermiş. Kaptan anons yaparmış, “Fikret’ in tarafına fazla gitmeyin vapur o tarafa yatıyor” Bütün hanımlar, genç kızlar gemide Fikret’in yanında. giderlermiş. Çok hayranı vardı. Herkes “İdolüm” diyordu.
- Maçları izlerken siz nasılsınız, Fikret Baba nasıl?
Ben ondan çok heyecanlanıyorum. Giderim Fikret’in ellerine bakarım buz gibi. İçinde yaşıyor her şeyi. Çok fazla kızarsa o zaman tepkisini veriyor. Ben çığlık atıyorum, bağırıyorum. O sakin. Sanki ben futbol oynamışım, o oynamamış.
- Geçen sene şampiyonluğu son anda kaçırdığımızda tepkileriniz ne oldu? Fikret Baba ne yaptı?
O Denizli maçı… O maçı hediye ettik, ellerimizle şampiyonluğu verdik. Yani hatırlamak bile istemiyorum. Çok üzüldük hasta gibiydik. Fikret “Top yuvarlaktır her şey olur her türlü ihtimali kabul edeceksin” der. Bu da bir olgunluk herhalde… Heyecanları içinde yaşıyor.
Ben o şampiyonluğu kaybedilmiş saymıyorum. Fenerbahçeli olmak ayrıcalık öyle doğduk, öyle gidiyoruz.
- Fikret Baba saçları bozulacak diye hiç kafa topu vurmazmış. Siz biliyor muydunuz?
Benim annemle babam maça gidermiş. Babam anneme dermiş ki “Bak Fikret hiç topa kafayla vurmaz onun saçları çok kıymetlidir.” Hakikatten Fikret’in saçları kıymetlidir.
- Fikret Baba’ya dönüyoruz. Gerçekten saçlarınız kıymetli miydi?
Öyle derler. Ama Altay maçında bir tane kafayla golüm var. Bir anda attım. (Gülüyor)
- Hatırlanmak, hala tanınmak nasıl bir duygu?
Geçen senelerde Amerika’ya gideceğiz. Delta Hava Yolları’na geldik. 550 kişi sıradan geçerek uçağa biniyoruz. Bir görevli selam durarak “Sayın Fikret Kırcan hoş geldiniz” dedi şaşırdım, Türk olsa gerek. Güzel bir duygu hatırlanmak ve en önemlisi iyi izler bırakmak. Çok güzel günler yaşadım, çok önemli insanlarla tanıştım ama beni bugüne kadar en çok etkileyen an Atatürk’le karşılaşmamdı. Moda’ya geldik. 14 yaşındaydım. Atatürk, İngiltere kralıyla motorla yanaştı. Saçımı okşadı. Gözlerine bakamamıştım. En çok gurur duyduğum andı.
- 100. yılımızla ilgili neler söyleyeceksiniz?
Fenerbahçe’nin her yılı olay, her yılı serüvendir benim için. Fakat 100. yıl farkını da gösterelim şampiyon olalım. Fenerbahçe Spor Kulübü yalnız futbol kulübü değildir. Tüm branşlarda kazanacağı şampiyonluklar bizi mutlu eder.
- Fenerbahçe Dergimiz için düşünceleriniz?
Dergimiz çok güzel. Bu özel 50. sayınızda yer almak benim için de çok özel bir duygu. Tüm çalışanları kutluyorum. Fenerbahçe’nin büyüklüğü her şeyde belli olduğu gibi dergimizde de kendini gösteriyor. Elinize sağlık çocuklar.
- Taraftarlara mesajınız var mı?
Bu muhteşem taraftara tek mesajım var: Hepsini çok seviyorum.
Biz de seni çok seviyoruz Fikret Baba ve her zaman sizi örnek alacağız. Bize güvenin.
Ulusal bir gazetenin “Hafta Geçerken” adlı köşesinde Fikret Kırcan için yazılmış hoş bir yazı:
Ne Dr. Pelican’ın iltifatına bakarak, ne de bazı münekkidlerimizin müşkülpesentliklerine kulak asarak, sadece her sahada olduğu gibi, sporda da konuşan bir üslubun lüzumuna inanmış bir insan sıfatı ile söylüyorum:
Geçen hafta küçük Fikret’in karma takımda oynadığı yarım devrelik oyun cidden mükemmel, görülecek şeydi, bir şaheserdi.
Sanırım, Fikret’in bunca senedir seyrettiğimiz futbolu, adeta o kırk beş dakikalık oyunun uzun bir mukademesidir.
Hakim ve zarif top sürüşler, tertemiz ve tok sesli şutlar, gittikçe uzayan yay gibi, süzgün ve derinlemesine ortalayışlar, ani, seyyal ve hoş sıyrılışlar…
İşte futbolun edebiyatı, heyecanı, güzelliği budur.
Fikret’in futbolunun bir inceliği de, kendi branşında tamamı ile ayrı bir oyuncu şahsiyetine, üslubuna sahip bulunarak, netice alıcılığı ile beraber, temaşa zevkini okşayacak derecede cazip bir oyun stilini başarabilmesindedir.
Bu öyle bir futboldur ki, vezni ile, heyecanı ile ve ruha ferahlık veren sevimliliği ile şiiriyetin timsalidir.
İşte Fikret’e geçen hafta halkın yaptığı büyük tezahürat da, güzel bir sanat eserine karşı coşkunluk duyan bir insanın içindeki uçsuz bucaksız sıcak duyguların asil ifadesidir.
Evet, dünün o henüz bir lise talebesi olan mütevazı, kibar, çocuk ve masum şahsiyeti ile Küçük Fikret’i, şimdi yine gösterişten uzak, fakat olgun, kıvrak ve istikrarlı futbolu ile yepyeni bir alemin eşiğindedir.
Fikret Kırcan' ın röportaj sırasında anlattığı bir anıya www.fenerbahce.org “Taraftar Köşesi”ndeki video bölümünden ulaşabilirsiniz.
Fenerbahçe Aylık Resmi Dergisi Nisan 2007 Sayısı
Röportaj: Sibel Kurt
Fotograflar: Serkan Hoşgör